Tamer Levent: Tiyatro, yaşam farkındalığıdır
Uluslararası Tiyatro Enstitüsü, tüm dünyada tiyatro konusunda farkındalık oluşturmak amacıyla 1961 yılında, 27 Mart’ı Dünya Tiyatro Günü ilan etti. Enstitü’nün Türkiye temsilciliği, her yıl bu tarihte bir bildiri yayımlayarak bizlere bu sanatı bir kez daha hatırlatıyor.
Bu yılın Dünya Tiyatro Günü ulusal bildirisini, sanatçı Tamer Levent kaleme aldı. Tiyatro yaşamına, 1977 yılında Ankara Devlet Tiyatroları’nda oyuncu olarak başlayan Levent, yarım asra yaklaşan sanat yolculuğunda çok sayıda oyun yazdı, yönetti ve oynadı. Sanatçı, Devlet Tiyatroları Opera ve Balesi Vakfı genel başkanlığı yaptığı dönemde, ülke tiyatrosunun gelişmesi ve uluslararası alanda tanıtılması amacıyla çalışmalar yaptı.
Tamer Levent ile Dünya Tiyatro Günü’nde Türkiye tiyatrosunu konuştuk.
27 Mart Dünya Tiyatro Günü. Bugün bir kutlama yapmalı mıyız?
Tabii ki kutlanmalı. Ama bu kutlama, tiyatronun önemini, değerini, kültürünü fark ettirecek bir kutlama olmalıdır. Tiyatro, malzemesini toplumdan alır ve o malzemeyi kendi laboratuvarında işleyip insanlara bir şeyler anlatmak ister. Anlatmak istediğinin gerekliliğinin ve anlaşılmasının, anlaşılan kitle tarafından değerlendirilişinin konuşulmasına imkan veren bir kutlama olmalıdır. Bu farkındalığı geliştirmelidir.
Tiyatro ile ilişkiniz yarım asır önce başlıyor. Oyunculuk, yazarlık, yönetmenlik ile geçmiş, çoğalmış, çoğaltmış bir ömür. Siz, Tamer Levent’i Türkiye tiyatrosu içerisinde nereye koyuyorsunuz?
İnsanın kendisini koskoca Türkiye tiyatrosu içerisinde bir yere koyması biraz enteresan. Bunu daha önce düşünmemiştim. Ben insan değerlerini anlama üzerine kendimde birtakım etkiler olduğunu düşünüyorum. Türkiye tiyatrosu içerisinde kendimi bir yere koymam gerekirse, oyuncu kavramının küçümsendiği, oyuncunun mahkemede şahitliğinin kabul edilmediği dönemlerden geçerek geldiğimiz günümüzde, oyunculuğun bütün insanlığı ilgilendiren bir kavram olduğunu anlatmak isteyen bir kişi olduğumu söyleyebilirim. Bir oyuncunun rolünü oynarken o rolü tanıması gibi insanların da kendisini tanıması gerektiğini düşünüyorum. Bu misyonu yerine getirmek sevdasıyla oyunculuk yapıyorum, sinema filminde, dizide oynuyorum. Çünkü bunların hepsinin ortak yanı dramatik kökeni olması. Bu nedenle kendimi, oyunculuğun ezberci bir oyunculuk olmaması gerektiğini savunan bir kişilik yerine koyuyorum diyelim.
İzleyicilere deneyimci diyorum ben. Deneyimciler olmasa tiyatro olmaz. Tiyatro zaten onların hayatını sahneliyor. Oyuncularla, deneyimciler aynı mekânı paylaşıp, aynı düşünceleri birbirine alıp veriyorlar. O halde, birlikte gerçekleştirilen bu insani gelişmenin adı da sanat olmalıdır. İnsan, bu yolculuğa bu vizyonla bakmaya başlarsa, sürekli farkında olarak kendini geliştirmeye yönelebilir. Düşüncelerini de karamsarlık anlamında değil yaratıcılık anlamında geliştirir.
‘TİYATRO KENDİNİ GÜNCELLEMELİ’
Tiyatro, dünya kurulalı beri zorluklar içinde var olmaya çalıştı. Trajediden, zordan, adaletsiz olandan, savaştan güç alıp bu zorluklar içinde var oldu. Tiyatronun ortaya çıkışından yüzyıllar sonra dünya pek değişmemiş görünüyor. Sizce tiyatro nasıl bir yola girmiştir? Bulunduğumuz yüzyılda, tiyatronun varoluş amacını nasıl tarif ederiz?
Tiyatronun özü dramadır. Yani durumdur. Tiyatro hayatın dramatize edilmiş oyunlaştırılmış, durumlaştırılmış halidir. Durumların incelenmesine de dramaturgi ya da durumoloji diyebiliriz. Buradan baktığımızda, insanlar mağara devrinde ses ve hareketle, taklitle, dramayla birbirlerine yaşadıkları durumları anlatıp bilgilerini, deneyimlerini paylaşıyorlardı. Tiyatro, dramayla başladı ve dramaların yan yana getirilmesiyle tiyatro oyunları ortaya çıktı, yazarlık ortaya çıktı, tiyatronun içerisindeki diğer unsurlar ortaya çıktı. Tiyatro, esasında insanın kendisini ifade etmesiyle ilgili eylemlerinin başlatıcısı bir alan oldu. O halde bu dramanın sürekli gelişmesi gerekiyor. Örgün ve yaygın öğretim sisteminin artık drama metoduyla verilmesi gerekiyor. Çünkü tiyatronun aslı olan insanlar, yaşam sahnesindeki insanlar değil mi? Tiyatro, onlardan aldığı verileri kendi laboratuvarında işliyor sonra tekrar onlara sunuyor ve onların değişip gelişmesine katkıda bulunuyor. Böylece süreç ve ürün, tekrar süreç ve tekrar ürün gibi yaşam gelişme gösteriyor ve mağara devrinden kalkıp bu günlere kadar gelebiliyoruz.
Tabii ki bu arada insanlığın pek çok sorunu, olumsuz yanları söz konusu. Ama mağara devrinden kalkıp bugüne kadar gelen tek canlı da insan. Bunu da göz ardı etmemek gerekiyor. Yaşamın sadece olumsuz yanlarını değil, olumlu yanlarını da yorumlayıp olumsuzla karşılaştırarak hangisinin tercih edilmesi gerektiğini fark ettirmek lazım. Aristo’nun sanat kavramını ölçme ve değerlendirme birimi olarak kullanırken bu ölçme ve değerlendirmenin gramları olarak iyi, güzel ve doğruyu gösterdiğini düşünürsek; her tiyatro eserinin iyi, güzel ve doğru sürecinde tartıya alınması gerekir. Tabii bu çağın gerçeklikleriyle, yaşamın gelişip değişmesiyle bu üç kavram titizlikle incelenmeli ve olumlu-olumsuz yanlarıyla değerlendirilmeli ki yaşamın gelişmesine katkıda bulunsun. Dolayısıyla, bizim tiyatroyu daha basit, düşüncesiz, kolaylıkla yapılan bir iş gibi düşünmelerimizin modası geçti. Şimdi tiyatro Shakespeare’in dediği gibi o ayna tutma meselesini daha net gerçekleştirebilmeli. Çağın gelişmeleriyle kendini güncellemeli. Ayna tutmak ne demek? İnsan, başkaları tarafından eleştirilmekten pek hoşlanmayabilir. Ama aynanın karşısına geçtiğinde kendi güzelliği ve çirkinliği karşısında olduğu için kendini eleştirir. Bu farkındalığın, yaşam farkındalığı haline gelmesini ister tiyatro.
Dünya sorunsuz, mükemmel bir yer olsaydı, tiyatronun konusu ne olurdu?
Dünya problemsiz bir yer olsaydı, tiyatro yine insanların daha problemsiz bir yaşam sürdürebilmeleri için o mükemmellik içindeki ayrıntıları bulup işleyebilirdi belki. İnsanın davranışlarının daha da gelişmesini sağlayabilirdi. Kim bilir, belki de bu anlamda gelişmiş insan, beynini, kendi kişiliğini, sanat düşüncesinin dürtüleriyle ve deneyimleriyle kazandığı bilgilerini yaşamın gelişmesi ve değişmesi bakımından çok daha hızlı kullanabilir; doğada üstün nitelikleri olan bir yaratığa dönüşebilirdi. Onu hayal etmek istiyorum. Zaman zaman düşünüyorum, köy enstitüleri açık kalsaydı bugün Türkiye nasıl bir ülke olurdu, dünyada ne kadar etkili olurdu? O zaman coğrafya kader olmaktan çıkar da insanlar kendi kaderini tayin mi etmiş olurdu? Bir tiyatrocu bunları düşünerek eseri yazmalı, sahneye koymalı, oynamalı sonra da karşılıklı etkileşim aşamasında, eseriyle toplumun kurduğu empatiyi ölçebilmelidir. Bu özelliklere sahip olan tiyatro, o zaman muhteşem işler yapardı.
‘TİYATRO YASASI ÇIKMALI’
Tiyatromuzun oyuncuları, yönetmenleri, teknik kadroları 2024 yılında mutlu mu? Perdenin arkasında, kuliste, sanat ortamımızdan mutlu olan, yaptığı işten tatmin olan insanlar olduğunu söyleyebilir miyiz?
Dram ve drama bir durum olarak algılanmadığı zaman tiyatronun yaşamla gestus ve organik bağı çerçevesinde bir kültür oluşması çok zordur. Bu kültürün oluşması için tiyatronun drama olarak bütün insanlığın içinde olduğu bir aksiyon olduğu anlaşılmalı. Bunun profesyonel amaçlarla yapıldığı zamanlardaki etkisinin ve yararının ne olduğu anlaşılmalı. Bu anlaşılmadan sonra da deneyimci ve tiyatrocu olarak algıladığımız kişiler birlikte bir yaşamın paylaşılması konusunda karşılıklı etkileşim içerisinde çalışmalar yapmalı. Hala yaşanmış hikayelerden yapılan oyunlar ya da senaryolar yaygınlaşmadı. Bu konuda önemli bir çaba yok. Brecht, yaşamın tiyatrodan çok daha absürt olduğunu söyler ve keşke yaşamdan jestler ve hikâyeler alıp tiyatroda uygulayabilsek der. Bunu yapmamız gerekiyor.
Bir de meslek olarak tiyatro yapan kişilerin meslek tanımlarını yaparak, yasalarının çıkarılmasını sağlamak lazım. Tiyatrocu bunu hep hükümetlerden beklerse, kendisinin onlardan daha beceriksiz olduğunu kabul etmiş olur, mesleğine de sahip çıkmaz. Halbuki, oyun yazarı, oyuncu, yönetmen, ışıkçı, tiyatronun bütün kadrolarının meslek tanımları yapılmalı ve özlük hakları olmalıdır. Ödenekli tiyatrolarda bu haklar üzerinden insanlar çalıştırılırken, özel tiyatrolarda da bu kültür desteklenmeli. Alandaki meslek tanımlarına uygun kültürün gerektirdiği bir hukuk oluşturulmalıdır. Bu hukukun ülkemizde henüz yeterince oluşmadığını düşünüyorum. Bu hukuk oluşmadığı sürece kültürünün de gerçek anlamıyla oluşabileceğini sanmıyorum.
Tiyatro sahnesini besleyen bir dizi sektörü var. Seyirci, bazı oyunlara, oyuncularını televizyondan tanıdığı için ilgi gösteriyor. Siz de dizi sektöründe çalışan biri olarak, izleyicinin bu eğilimini nasıl değerlendirirsiniz?
Ticari bakıldığında, tiyatro oyunlarında tanınmış oyuncuların oynaması, oyunlara daha çok izleyici geleceği düşüncesini yaratıyor. Ancak iyi yazılmış bir oyun, o oyunu titizlikle, sanat özeniyle çırpınarak, taviz vermeden sahneleyen yönetmen ve oyuncu, mutlaka beğeni kazanıyor. Ortaya koyulan işte, toplumun sosyal ve psikolojik yapısından da haberdar olmak şartıyla tabii! Bazen şematik olarak dizilerde tanınmış bir oyuncuyu oynatıp, başarılı olmayan oyunlar da olduğunu görüyoruz. O halde orada klişe bir yaklaşıma gerek yok. Esas işin bütünlüğüne bakmak gerekir. O bütünlükte de tiyatronun, olması gereken terminleriyle, tanımlarıyla ve o tanımlarının içeriklerine uygun davranışlarla, çalışma biçimleriyle ve sanat kavramının da bir meslek değil bir düşünce biçimi, bir sorumluluk anlayışı olduğunu bilerek oyunları gerçekleştirdiğimiz sürece, klişe yaklaşımlara gerek kalmayacaktır. Tabii iyi oyuncuyu da kabul etmek gerekir.
‘TİYATROYA DIŞARIDAN BAKILIYOR’
Seyircimiz tiyatroya nereden bakıyor, onu nereye koyuyor ve onu nasıl bir ‘doğru’yla yorumluyor sizce?
Benim deneyimci dediğim grup, tiyatroya henüz dışarıdan bakıyor. Tiyatro aslında bir alan demek. Deneyimci o salona girdiğinde, o dramanın aktif bir katılımcısı olduğunu ve o katılım içerisinde sahnedekilerle nasıl bir iletişim içerisinde olacağını da bilmesi lazım. Ama deneyimci gibi değil de seyirci gibi davranırsa, yaşama da seyirci gibi davranıyor zaten. Yaşama seyirci kalmamak lazım, yaşama katılmak lazım. Yaşama nasıl katılıyorsa, sahnede izlenen dramanın aktivitesine, aksiyonuna da öyle katılması gerekir. Bu bir kültürdür. Bu kültür geliştiğinde toplumsal yaşamın kültürü de gelişir. O zaman insanlar izleyici değil deneyimci olur. Deneyimlerinden çıkardığı sonuçlarla da biraz daha gelişmesi gerektiğini anlar ve her döneme uygun gelişme taleplerinde bulunarak, deneyimlerini zenginleştirerek gelişmesini sürdürür. Onun için bu bütüne sanat diyoruz biz. Deneyimcilerin, kendisini geliştirmek için ihtiyacı olan avadanlıklardan biridir tiyatro. Bu avadanlıkların her birisinin kavramsal tanımlarının doğru olarak yapılıp, yaşama olan katkılarının en verimli şekilde gerçekleşmesini sağlayacak sistemler kurulması gerektiğini düşünüyorum.
Bu 27 Mart’ta, Türkiye tiyatrosunu tiyatro tarihinden bir oyun olarak değerlendirseydik, hangi oyun olurdu?
Müsahipzade Celal’in “Aynaroz Kadısı” isimli oyunu. ‘Aynoroz Kadısı’nı bugünkü tiyatro anlayışıyla yönetip sahneye taşırsak, enteresan bir oyun ortaya çıkabilir.